Cuma

Kuğuların Dönüşü


Amsterdam'a tasindigimizda ilk gozume carpan kanallarda salina salina dolanan kugular olmustu. Belki de bu sehri sevebilmemi ilk saglayan onlardi.


Her ne kadar aciktiklarinda o cikardiklari korkunc sesle ve popolarini sallamalari ile karizmalarini fena halde cizebilen hayvanlar olsa da bence cok buyulu bir halleri var. Genelde tek esli yasayan kugular (85%), sadakatlari ile, yanyana geldiklerinde cizdikleri ask tablolariyla da beni mest etmislerdir her zaman.


Fakat Amsterdam'da bol kugu manzarali bir yasam beklentim gecen kisin gelisi ile sona ermisti. Aniden ortadan kaybolan kugularin baharda donecegini dusunup yanilmistim. Cunku sagolsunlar baharda falan da donmediler kanallara. Yaz dedim, yazin da umdugumu bulamadim derken bir iki haftadir her yer kugu kayniyor. Gene salina salina, gene esleriyle, gene bembeyaz, gene masum masum dolaniyorlar suyun uzerinde.


Bizim tasinmamiza kalmis surada iki hafta ve kugular geri dondu! Neyse gecmise bakacagima su anda karinlari doymus iki kugunun kendilerini temizleme seanslarini keyifle izliyorum...Yanlarinda da bulduklari kartonun ustune cikmis minik su tavuklari...Bir de esini kaybetmis tek basina dolanan yari kahve kugu. Onun hikayesi nedir bilmiyorum ama onu gorunce huzunleniyorum. Ne yapacagini bilmeden bir o yana bir bu yana atiyor kendini. Umarim esini bulur!

Çarşamba

Çalıkuşu ve Salih


Yıl 1974,ilk görev yerleri olan Trabzon-Beşikdüzü'nde buluşmuş 4 arkadaş, 4 taze mezun öğretmen. İçlerinden biri tam 6 yıl sonra benim annem olacak güzel mi güzel, havasından yanına yaklaşılmayan bir çalıkuşu.

Çalıkuşu yalnız, kendine bir eş arıyor ama tek şartı var: Karadenizli olmasın! Yalandan nişan yüzükleri takıyor, nişanlıyım ben diyor, bayramda seyranda hep yalnız ama nişanlı rolünü sürdürüyor.

Sonunda en yakın arkadaşı ile bir plan yapıyorlar. Trabzon-Ankara uçağında kimliklerini bilerek düşürüyorlar (bu arada bu uçaktaki kişinin de Karadeniz'den olmaması olasılığı yüzde kaçtır bilmiyorum ama!). Romantik planlarına göre beyaz atlı prensleri bu kimlikleri bulacak ve okula kadar getirip tanışmak için bir fırsat yaratacaklar.

Kimlikler yakklaşık 3 ay sonra bir gece yarısı ellerine ulaşıyor. Ama getiren yarı kör okul bekçisi Salih. Annem suratını asıyor : 'Herkese talih, bize de kör Salih!!!'

Pazar

Yine Yeni Yeniden Taşınıyoruz!

Evet bu evimiz de miyadını sonunda doldurdu ve artık gitme vaktimiz, kendimize yeniden yeni bir yuva kurma vaktimiz geldi. Kocacıımın işyerine olan uzaklığımızın 40 km olması, Hollanda'da trafik yok diyenlerin fena halde yanılmış olması, yeni bir tecrübe (ya da macera) yaşama isteğimiz ve şu ana kadar bir evde yaşama süremizin maximumuna gelmiş olmamız sebebi ile buradan ayrılıyoruz. Bu karda kışta ve de 1 hafta içinde nasıl ev bulacağız hiçbir fikrim yok ama belirsizlikler de hayata heyacan katıyor doğrusu!

Bir kış masalında birbirimize 'eveyyyttt!!!' diyeli 5 sene olmak üzere ve durmadan taşındığımız evleri sayarsak,

1. Kabataş: Muhteşem manzara vs Küçük ev. Tabii ki bir bayan gözünden küçük ev burun farkı ile öne çıktı ve ben daha 6 ay yaşadığımız minik evimizde huysuzlanmaya başladım. Her haftasonu kiralık ev aramaya çıkma teklifi ile gelen karısının ısrarına daha fazla dayanamayan koca sersemlediği bir anda teklifi kabul etti veeee...

2. Zekeriyaköy: 330m2 de geçen 6 ay, kara kış ve kendi çapını aşan evde oturmanın getirdikleri...İki kişi iken kalkıp 6-8 kişilik evde(!) oturmaya kalkınca, gece uyurken bile kendimizi odaya kilitlememiz kaçınılmaz oldu. Bir de kapının arkasına projektörü bekçi diye koyup kendimizi çifte garantiye alınca artık gitme vaktimizin geldiğini anladık...

3. Kemerburgaz: İlk aşk, belki 100'den fazla ev gördük sana ulaşıncaya kadar, Çekmeköy'den Bağdat'a, Ataşehir'den Maslak'a her yere baktık, sen karşımıza Kemerburgaz'da yani 2004'te ilk kez ev aramaya başladığımız yerde çıktın. İstanbul'da ilk defa huzuru bulduğumu hissediyorum, geceleri gördüğüm bol hırsızlı, tsunamili(!), huzursuz kabuslarım sona eriyor ve mutlu mesut 2.5 yıl yaşayacağımız bu eve yerleşiyoruz. Bir sonraki durak...

4. Prinsengracht: Amsterdam'da ilk kez ev bakmaya başladığımızda her evin kapısından çıkışımızda 'aman tanrım nereye geldik, dönelimmm' diye birbirimize bakıyorduk. Salonun ortasında daracık dönerek merdiven çıkan evler, yatak odası 10 mkare olan evler, her yana eğimli evler, minicik evler, odalarında duvarda lavabo olan evler, renkli cam süslemeleri olan evler derken çember gitgide daralıyordu. Çoğu eve bizim gardrop sığmayınca onu da gözden çıkarmayı düşündük, ama hayır kısa süre sonra bu şirin evi beğendik ve ilk görüşte 'tamam tutuyoruz' dedik.

1.5 yıl süren (ama evin içinde yaşadığımız toplam süre 1 yılı bile bulmayan) beraberliğimize şubat ayı itibari ile bir son veriyoruz...

5. ? : Şimdi sıra yeni adreslere yelken açmaya geldi. Bu evle beraber 5 yıla tam 5 ev sığdırmış olacağız (ve yüüüzlerce otel!). Hedef Bussum-Laren-Hilversum bölgesi yani Het Gooi. Bu ev arama maceramızın sonu ne olur bilmiyorum ama çok çok zor ev beğendiğimizi biliyorum. Hakkımızda hayırlısını diliyorum!

Not: Taşındığımızdan beri bakın gelin misafir odamız var, Amsterdam'ın göbeğindeyiz günleri sona ermiştir, gelmeyenlere geçmiş olsun. Gelecek olanları yeni adresimize bekleriz (bizi evde bulursanız tabii!)

Salı

Portakallı Güneş


Bir pazar sabahı gözümü güneşe açıyorum. Antalyadayım, şu soğuk kış mevsiminde olunabilecek en şanslı yerdeyim. Kahvaltımızı Geyikbayırı'ında bir portakal bahçesinde yapmak üzere yola koyuluyoruz.

Sahilden Akdeniz'in masmavi manzarasını seyrederek, yemyeşil çamların arasından geçerek bahçeye ulaşıyoruz. Önce bahçeyi keşfe çıkıyorum. Her yerden portakal dalları uzanıyor önüme. Ayaklarımın altı da portakal dolu, toplanmayan portalakalların ağırlığına dayanamayan portakal ağacı silkelemiş çoğunu toprağa. Tupturuncu bir mutluluk kaplıyor içimi çünkü hayatta en sevdiğim şeylerden biri dalından meyve koparıp yemektir. Dalıyorum ağaçların arasına, kendimi kaybediyorum turunçgillerin arasında resmen! Yer gök turuncu, sarı, güneş içimi ısıtıyor, hava 21 derece! Daha ne isterim ki! Kaydedebildiğim kadar kaydediyorum hafızama bugünü.

Sevdiklerimle kış güneşi altında, bahardan kalma turuncu bir gün geçiriyoruz.

Birazdan bahçemize kurulan masamıza mis gibi kokan ıspanaklı, peynirli, patatesli gözlemelerimiz, kaşarlı bazlamamız teşrif ediyor. Midelere ve gözlere şenlik bir kahvaltı yapıyoruz. Çayıma az önce dalından koparttığım limon eşlik ediyor. Kahvaltıdan sonra bir bakıyorum sevgili kocam elinde kocamaan bir limonla çıkageliyor. Limonu bir güzel soyup, ekşi ekşi ısıra ısıra yiyor! Bolca fotoğraf, bolca kahkaha, bolca turunçgil, bolca güneş, bolca Antalya...İçimden hepsini bavuluma koyup Amsterdam'a götürmek geliyor. Sonra yok diyorum, anını yaşa sen, ye portakalını, depola güneşini, al yanına mutluluk hormonlarını ve çık yola...


Not: Minik not defterimi çantamda taşıyorum, aklıma geldikçe blog için bişeyler yazıyorum. Bir baktım 4-5 tane yazı birikmiş ama ben hiçbirini yazmamışım bloga :) Bu yazı da onlardan biridir :)